“Kutsal insan”dan “örnek insan”a

Kutsal İnsandan Örnek İnsana ya da Esrarengiz Doğumlar

İnsan:

“İnsan nedir?” sorusunun cevabı bir medeniyetin karakterini belli eden ve onu diğerlerinden ayıran en önemli alamet-i farikadır. Çünkü bir medeniyetin varlık anlayışı, insan tasavvuruyla anlam kazanır. Varlık pazılının ilk parçası insandır. Her şey insanla anlam kazanır. İnsanı anlamadan, onun kâinattaki konumunu belirlemeden, Tanrıyla ilişkisini tesis etmeden bir varlık tasavvuru ortaya konulamaz. “İnsan nedir?”in İslam medeniyetindeki cevabı nettir; insan ahsen-i takvimdir. Yani en güzel kıvama sahip, varlığın tam ortasında iyiliğe de kötülüğe de müsait her ikisine de uygun bir iradeye sahip demektir.

Kelamcılar varlığı üç kategoride ele alırlar; varlığı zorunlu olan, varlığı mümkün olan ve varlığı imkânsız olan… İnsan bu sınıflandırmanın ortasında yer alır. Varlığı da yokluğu da mümkündür. “İnsanı en güzel şekilde yaratıp, ona kötülük duygusunu da iyilik duygusunu da (takva ve fucur) ilham edene andolsun ki nefsini kötülüklerden arındıran felaha kavuşur.”[1]

Tevhit:

İslam’ın atom çekirdeği sayılan en temel ilkesi ‘tevhit’ bütün insanların Allah karşısındaki eşitliğinin adıdır. İslam’ın bütün hükümleri tevhit ekseninde şekillenir. Bu, şu demektir; İslam’ın en temel varlık gayesi insanı insana kulluktan korumak ve her insanı Allah katında eşit kılmak.

İslam’ın ilk muhatabı olan toplumlar başta olmak üzere, doğudan batıya yeryüzündeki hemen bütün medeniyetlerde insan ya tanrılaştırılmış ya da kullaştırılmıştır. İnsanın tanrılaştırılmasının öteki ayrılmaz yüzü onu kullaştırmaktır. İşin en acı yanı ise İslam’ın varlık gayesi olan Tanrı-insan arasındaki dengeyi koruma durumu diğer medeniyetlerde bizzat dinler eliyle bozulmuştur.

Tanrı-İnsan:

Caynizm’in kurucusu Mahavira (M. Ö. 599) Tirthankara olarak cennette yaşarken insanlığı kurtarmak için bilfiil ya da ışık şeklinde annesinin karnına girer. Annesinin gördüğü rüyalar kâhinler tarafından her türlü teçhizatla donatılmış büyük bir orduya sahip jina yani üç dünyanın efendisine hamile olduğu şeklinde tabir edilir. Aynı şekilde Budalar silsilesinin dördüncüsü Vedalar ülkesindeki 33 Tushita  (M. Ö. 563) cennette yaşamakta iken insanlığı kurtarmak amacıyla dünyaya gelmeye karar verir ve kendisine Kral Suddhodan’ı anne olarak seçer. Tanrı Ahura Mazda bir ışık şeklinde Zerdüşt’ün( M. Ö. 660 veya 570)  anne rahmine girmiş ve Zerdüşt olarak dünyaya gelmiştir. Krişna, Hinduizm’de tanrı Vişnu’nun 10 avatarından biridir. Avatar Hinduizm’de tanrının insan şekline girerek yeryüzüne inmesi anlamına gelir. Eski İran güneş tanrısı Mitra da tanrı olarak yeryüzünü imar için bir bedene girdiği inanılan kişilerdendi.

Güneşin battığı topraklarda durum bundan farklı değil:

Thor savaş tanrısı Donner, iyilik ve güzelliğin tanrısı beyaz tanrı Balder, dilek tanrısı Wünsch veya Wish… Örnekleri çoğaltmak mümkün… İskandinav mitolojisindeki tanrıların birçoğu çetin Tabat şartlarına karşı halkını korumuş, büyük toplulukların hayatını kurtaracak kritik kararlar almış, deha sahibi insanlar olduğu antropologlar tarafından ifade edilir. Özellikle İskandinav tanrı panteonunun başı sayılan Odin’nin hayatın sırlarını çözmüş, geçmişin bilgisi ile geleceğin kehanetini haber vermiş bir insan olduğu eski İskandinav dini ile ilgili bilgilerin temel kaynağı sayılan Eddalar’da kaydedilmiştir. Hatta Norveçliler 8 yüzyıl öncesine kadar Odin’e tapmaya devam ettiler. İngilizcedeki Çarşamba (Wednesday) Odin günüdür.

Bütün bunlar daha sonraları Pavlus aracılığıyla Hristiyanlığa mal edilecek ve Allah’ın Peygamberi Hz. İsa bunların yerini alacaktır. Batının hamurunda muharref Hıristiyanlığın etkisi inkâr edilemez. Fakat Hıristiyanlığın tahrif edilişinin arkasında da insanı tanrılaştırma geleneğinin var olduğunu kabul etmek gerekir.

Doğum Efsaneleri:

İnsanın Tanrılaştırılma sürecinin en değişmez tarafı da doğum efsaneleridir. Yukarıdaki örneklerde de fark edileceği gibi Tanrılaştırılan kişilerin hemen tamamının doğumuyla alakalı birbirlerine çok benzeyen efsaneler uydurulmuştur. Bu durum sanki tarih boyu insan zihninin kaçınılmaz olarak ürettiği bir soruyu giderme amacını taşır. Soru şu: iyi de herkesin gözü önünde bir anneden dünyaya gelmiş kişi nasıl Tanrı olur? Bütün mitler bu mukadder soruyu cevaplamayı amaçlar mahiyettedir. Normal bir doğumla dünyaya gelmek tanrı olmaya engel olduğu ön kabulü vardır sanki. Yukarıda ismi geçen Tanrı insanların tamamının doğumuna dair olağanüstü mitler zikredilir. Bunlardan birini nakletmek hepsinin hikâyesini anlatmaya yeter;

Zerdüşt’ün doğumu esnasında evinin etrafını göksel bir ışık kaplar. Kötülüklerin efendisi Ehrimen ve ordusu korkudan bir yere gizlenir. Zerdüşt’ün göğsü yarılarak kalbi kutsal suyla yıkanır, dönemin zalim hükümdarının sarayları çöker. Ayrıca yeryüzünde çiçekler açar ve tabiatta çeşitli harikuladelikler meydana gelir.

Efendimizin Veladetine Dair:

Benzer efsaneler Efendimizin doğumuyla alakalı da anlatıla gelmiştir. Hâlbuki yukarıda da ifade ettiğimiz gibi İslam’ı diğer medeniyetlerden ayıran en temel unsur insan tasavvurudur. İslam’ın peygamberi bile diğer insanlarla beşer olma noktasında eşittir. Kuran defaatle “de ki bende sizin gibi bir beşerim”[2] der. Huzurunda korkudan titreyen kişiye “kuru et yiyen ananın oğluyum”[3] sözü aslında bende bir ana kuzusuyum senin gibi herkes gibi bir anadan doğdum demek ister. Tanrılaştırılmak istenen kişinin anneden doğmuş olmasını bir problem olarak gören beşer idrakine tam da kafasındaki soruyu teyit eder tarzda cevap verir. Sanki şöyle demiştir “bir anneden doğan kişi Tanrı olamaz. Ben de kuru et yiyen bir annenin çocuğuyum ve ben Tanrı değilim. Ancak tir tir titreyerek bir Tanrının huzurunda durulur.” Kuran’ın Hz. İsa’nın isminin geçtiği hemen her yerde onu annesine nispet ederek zikretmesi de aynı maksada matuftur.

İsa Meryem’in oğludur Tanrının değil. Mekke fethinden sonra Efendimiz Kâbe’deki bütün putları kendi elleriyle yıkmış ve Kâbe duvarlarına kazılan suretlerin de silinmesini emretmiştir. Tam o esnada bir freske gözü ilişir. Hz. İsa’nın annesi Meryem’in kucağında tasvir edildiği fresktir o ve işaret ederek onu silmemelerini söyler.

Peki, bu kadar hassas bir konuda neden böyle bir tavır sergilemiş olabilir. Cevap yine insanı Tanrılaştıran beşer idrakinin ürettiği sorunun doğru sorunun ta kendisidir. Çünkü bir anneden doğmuş kişi tanrı olamaz. O resim Hz. İsa’nın bir tanrı olmadığının resmi bile olabilir hatta. Yoksa Kâbe’nin içinde bir resmin bırakılmasının anlamı başka ne ola ki. (Bu resim Emevi dönemine kadar Kâbe içinde kalmıştır.)

İnsanı Tanrılaştırmanın değişmez diğer bir tarafı da ihtişamlı doğumun tarih başlangıcı (kozmosun doğumu) olarak kabul edilmesidir.

Kadim dinlerde günün yeniden uzamaya başladığı 25 Aralık tarihi bir yılbaşı olarak kabul edilirdi. Tanrılar tanrısı güneşin yeniden dünyaya dönüşü hem kutlanır hem de yeni bir başlangıç olarak kabul edilirdi. Kralın tahta çıkış seremonisi ve topluma yeni katılan ergenin klana katılış riti gibi inisinasyon törenleri de bu döneme denk getirilirdi. Yani yeni bir zaman çevriminin ortaya çıktığı bir döneme. Yeni yıl ayini ile kozmogoni yenilenir. Yaratılış yeniden başlatılır. İnsanlara dünyanın nasıl yaratıldığı bu törenlerle gösterilir. Aynı zamanda dünyanın mecazen tekrar yaratılarak, kötülüklerden arınması da sağlanır.

Hıristiyanlarda Mevlit Seremonisi:

Biz Noel diye biliyoruz Hıristiyan mevlidini. Protestan ve Katolikler 25 Aralık, Ortodokslar ise 6 Ocak’ta kutluyor. İnsanlığın en eski bayramlarından bir tanesi olarak bilinir. Ve yaklaşık iki gün boyunca devam eder. Hıristiyanlık öncesi pagan toplumlarının 24 Aralık’ta  ‘yeniden doğuş’ olarak kutladıkları bir bayram vardı. Fakat Hıristiyanlığın nüfuz kazanması kilisenin güç toplaması ile beraber bu tarih İsa’nın doğum yıl dönümü olarak kutlanmaya başlandı. Bu yeniden doğuş kutlamalarını paleolitik döneme kadar geri götürmek mümkündür.

Fakat bundan önce Noel’i biraz daha detaylandırmakta fayda var. Noel kelimesi Latince doğum günü ya da doğum yıl dönümü anlamına gelen Natalis kelimesinden gelir. İsa’nın doğum günü ile ilgili farklı rivayetler bulunsa da genel olarak Beytüllahim’de M.Ö. 4 ile M.Ö. 6’da dünyaya geldiğine inanılıyor. Roma’da Hz. İsa’nın doğumu anısına kutlanan bayramların 325 veya 336 yıllarına kadar geri gittiği iddia edilmekle beraber Papa Liberius’un M.S. 354’te 24 Aralık’ı 25 Aralık’a bağlayan geceyi İsa’nın doğum günü ilan etmesiyle resmi olarak kutlamalar Bizans İmparatoru Büyük Konstantin’in hükümranlığının son yıllarında başlamıştır. Asırlar boyu devam eden insanın Tanrılaştırılması sürecinin en önemli iki ayağı yani doğum miti ve tarihin başlangıcını bu tanrı insanın doğumuyla ilişkilendirme hadisesi Hz. İsa ile ekletize edilmiştir.

Noel’den Mevlit’e:

Ne Hz. Peygamberin hayatında ne de ondan sonraki Emevi ve Abbasi hilafeti dönemlerine kadar Efendimizin doğumu Müslüman toplum içinde bir numayişle karşılanmamıştır. Daha sonraları Mısır’da kurulan Şii Fatimi devletinde ilk olarak mevlit adı altında kutlamalar yapılmaya başlamıştır. Fakat şunu hemen belirtelim bu kutlamalar dini bir hassasiyetten ziyade siyasi bir nüfuz sağlama amacı taşıyordu. Mevsim olarak da adlandırılan ve dönem dönem değişmekle birlikte yaklaşık on gün süren bu kutlamalar zamanla İslam toplumunun tamamında uygulanır oldu. Hatta bu konuda İbni Merzûk gibi bazı kimseler işi daha da ileri götürerek mevlit gecesinin kadir gecesinden daha üstün olduğu görüşünü bile savunmuştur.

Osmanlı toplumunda Mevlit kutlamaları resmi olarak III. Murat döneminde (1588 yılında) başlatmıştır. Fakat Süleyman Çelebi’nin meşhur eseri Mevlid-i Şerif’in 1409’da yazdığını düşünürsek resmi kutlamalardan öncede mevlit gecelerinin düzenlendiğini anlıyoruz. Üç yüz yılı aşkın bir süre resmi bayram olarak devam eden mevlit kutlamaları cumhuriyetle birlikte kaldırılmıştır.

Hâsıl-ı Kelam Hülâsa-ı Meram:

Batı uygarlığının hamurunda sadece eski İskandinav inanışlarının etkisi yok Antik Yunan felsefesinin çarpık insan anlayışının da bugünkü hümanist batı düşüncesinin teşekkülünde etkili olduğu söylenebilir. Aristo insanı medeni hayvan olarak hocası Platon ise iki ayakları üzerine durabilen tüysüz hayvan şeklinde tarif etmiştir.  Diyojen’in bir hindiyi canlı canlı yolduktan sonra işte Platonun insanı diye Atina sokaklarında dolaştırdığı söylenir. İlk çağ filozofları insanı böyle tanımlamakla kalmamış Tanrı ile insan arasında geçişliliğin felsefesini yapmışlardır. Yani hem insandan Tanrıya yönelik bir sıçramanın mümkün olacağını hem de Tanrının bir insan suretine bürünebileceğini iddia etmişlerdir. Bu anlayış Farabi ve İbni Sina tarafından Tanrıya benzeme (teşebbüh bilvacip) terimiyle İslam düşüncesine taşınmıştır. Teşebbüh bilvacibi insanın en temel varlık gayesi (gayetül gayat) olarak görmüşlerdir. Tanrı insan arasındaki bu geçişin hem Tanrının insan suretinde olması (antropomorfizm) hem de insanın Tanrılaşması (teomorfizm) İslam’ın tevhit ilkesiyle bağdaşması mümkün değildir.

Asıl konumuza dönecek olursa Nietzsche’nin modern düşünceyi anlatan sembol söylemiyle Tanrıyı öldüren ve onun yerine insanı koyan batı uygarlığının kök dokusunda eski dünyanın insanı tanrılaştırma geleneğinin olduğu görmek mümkün. Batı uygarlığının yıkıcı, tahrip edici karakterinin tarihsel genetiğini burada bulabilirsiniz. Biraz önce de ifade ettiğimiz gibi insanı tanrılaştırmanın değişmez diğer yüzü insanı kullaştırmaktır. Batı emperyalizmi de yine bu kök dokuya dayanır. Bu gerçeği belli dönemlerde batılı düşünürler de açıkça ifade etmekten çekinmemiştir. Alman filozofu Novalis “evrendeki tek mabet insan bedenidir. Hiçbir şey insandan daha kutsal değildir. Bir insan bedenine dokunduğunuzda Tanrıya dokunmuş olursunuz” der. Thomas Carley, Odin’in Tanrılaştırılmasını anlattıktan sonra bunu büyük bir gururla itiraf eder “…Ve babalarımızın kanı hala damarlarımızda akıyor ve hiç şüphesiz ki birçok yönden onlara benziyoruz.”

İslam tam da kâinata bu ilkeyi yerleştirmek için gelmiştir. Tevhit ilkesi. İslam’ın tevhit anlayışı sadece insanları değil dağ, taş, doğa, hayvan bütün varlığı Allah katında eşit kılar. İslam’a giriş cümlesinde Allah’ın varlığına şahadetten sonra Peygamberin kulluğuna şahadet gelir. Yani peygamberin kul olduğuna şahadet etmek onun Peygamber olduğuna inanmaktan daha önce geldiği Müslüman olmanın olmazsa olmaz bir şartıdır. Kuran onun İslam öncesi hayatını ” sen iman nedir kitap nedir bilmezdin”[4] diyerek tavsif eder. İslam gelmeden önce o bir insan olarak doğmuş ve insan olarak yaşamıştır. O da vahyin diriltici iksirine muhtaçtır ve vahiy onu da “arayışta bulmuş ve hidayete erdirmiştir.”[5]

Efendimizin doğumundan sadece bir ay kadar önce Mekke’de kuşların fillere galip gelmesi gibi büyük bir mucize gerçekleşmesine ve Kuran’ın bu mucizeyi bir sure ile destanlaştırmasına rağmen hiçbir şekilde bu olayı Efendimizin doğumuyla ilişkilendirmemiştir. Hâlbuki Mekke fil vakasını zaten takvim başlangıcı olarak kullanıyordu. Hz Ömer hicreti takvim başlangıcı olarak kabul edene kadar Müslümanlar da fil vakasını takvim olarak kullanıyorlardı. Buna rağmen Efendimizin doğum yılına da uygun olan bu tarih milat olarak kabul edilmedi. Kim bilir belki de sırf bundan dolayı edilmemiştir!


[1] Şems 7-8-9

[2] Fussilet/6

[3] Hâkim, Müstedrek/4366

[4] Şuara/52

[5] Duha/7